-

Mert

Obsesif Temizlik Hastası Bir Adamın Öyküsü

9 Şubat 2023

Şehrin çıkışındaki dümdüz bozkırın ortasında inatla dikilen tek katlı, beyaz boyalı, bahçesi dikenli tellerle çevrilmiş bu müstakil eve doğru ana yolun kenarından yürüyen bir adam belirdi.

Ellerinde, omuzlarını aşağıya düşürecek kadar ağırlıkta poşet olan bu adam dümdüz uzanan yolun ucunda karınca kadar görünüyordu. Öyle ki uzaktan bakınca geliyor mu yoksa gidiyor mu anlamak güçtü.

Adam yürüdükçe silüeti büyümeye başladı. Yorulmuştu. Poşetleri yere bıraktı fakat omuzları yerine oturmadı. Adamın normal postürünün kambur olduğu çok net anlaşılıyordu. Bir süre soğuktan ve poşetin ağırlığından ağrıyan ellerini ovuşturdu, ağzıyla ellerine sıcak hava üfledi ve garip bir şekilde cebinden ıslak mendil çıkarıp ellerini sildi, ardından poşetleri tekrardan eline alarak müstakil eve doğru yürümeye başladı.

Adam evin kapısına kadar yaklaşmıştı. Poşetleri kapının önüne bıraktı. Poşetlerin içinde türlü temizlik malzemeleri vardı. Şişe şişe çamaşır suları, deterjanlar, sabunlar…

Cebindeki ıslak mendili tekrardan çıkarıp kapı kolunu mendille beraber kavradı. Suratındaki memnuniyetsizlik ifadesi ile birlikte kapıyı açıp kambur adımlarla içeri girdi. Doğrudan lavaboya doğru yöneldi ve malzemeleri poşetten çıkarıp yıkamaya başladı.

Aynadan adamın suratı korkunç görünüyordu, çünkü suratında tek bir tüy bile yoktu. Ne saçı, ne kaşı, ne kirpiği, ne sakalı… Suratı kireç gibi bembeyaz bir tenden ibaretti. Soğuk su ellerini hissisleştirmiş olmasına rağmen malzemeleri yıkamaya devam etti. Ardından yıkanmış deterjanları raflara dizdikten sonra poşetleri elinin içinde kıvrıştırıp çöpe attı ve elini son bir defa daha yıkadı. Ardından ıslak mendilini çıkardı ve yıkanmış elinin üstünden geçti.

O bir obsesif temizlik hastasıydı. Yıllardır babasından kalan bu evde, babasından kalan maaş ile yaşıyordu. Hiçbir sosyal hayatı yoktu, hiçbir hobisi yoktu, hiçbir tanıdığı yoktu. Öyle ki televizyon izlemek bile onda temizlik yapma dürtüsünü uyandırıyordu.

Küçükken birkaç arkadaşı olmuştu fakat arkadaşlarına hamam böceği muamelesi yaptığı için bir süre sonra dışlanmıştı. Okul hayatı onun için tam bir kabustu, o yüzden liseden sonra oku(ya)madı hiç. Okuldayken ellerini her tenefüste tenefüs boyunca yıkardı. Masasını ıslak mendille kazırcasına temizlerdi. Elleri bu kadar tahriş olmaya dayanamadığından derisi pul pul dökülmüştü ve yer yer kanıyordu.

O yıllarda psikolojik destek almıştı fakat psikoloğun odasında iken o odaya gün boyu girmiş olan kişileri zihninde hayal ediyor ve koltuğa dahi oturmaktan çekiniyordu. Kendisini asla psikoloğa veremediğinden gittiği tüm terapiler çabasız kaldı. Her terapiye gidişinde işler daha da zorlaşıyordu. Bir süre sonra da pes etti.

Babasından kalan bu evin zeminini, tavanını ve duvarlarını beyaz fayans ile kaplattırmıştı. Böylece duvarları hortumla yıkayabiliyordu. Eşya olarak neredeyse hiçbir şey yok denilebilirdi. Kapalı perdeler, dört tarafı bembeyaz fayans olan duvarlar, tavanda yanan beyaz florasan ışık, neredeyse her nefes alındığında insanın ciğerlerine nüfus eden jilet gibi keskin çamaşır suyu kokusu bu evi adeta bir ameliyathane havasına bürümüştü. Belki de hiçbir ameliyathane onun evi kadar steril olamazdı.

dışarıdan geldiği kıyafetlerini bir çırpıda çıkardı, makineye attı ve makinenin ilaç bölmesini ağzına kadar doldurdu. Ardından kendisini duşa attı. Ev öylesine soğuktu ki sıcak su bile banyonun beyaz fayanslarını ısıtmaya yetmemişti. Duş alırken fayansa çarpan teni ürperiyordu. Şampuan şişesinin neredeyse yarısını saçsız kafa derisine boşalttı. Derisini yüzercesine ovaladı kafasını. Ardından eline aldığı keseyle tüm tenini kıpkırmızı yapacak şekilde keseledi. Ardından döktüğü duş jeli kızarmış ve tahriş olmuş tenini öylesine yaktı ki neredeyse çığlık atacaktı.

Bir saati geçkin bir süre yıkandı ve bembeyaz havlusu ile kurulanıp kendisini keskin çamaşır kokulu odanın bir köşesinde bulunan yalnız demir sandalyenin üzerine attı.

Topuklarını kalçasının hemen önünde duracak şekilde sandalyeye koydu, kafasını ise kollarının arasında iyice sıkıştırıp neredeyse oturur bir cenin pozisyonuna girdi. Koltuk altlarını kokladı derisini parçalamış olmasına rağmen sanki yine de bir koku alıyor gibiydi. Sinirinden kollarıyla kafatasına baskı uygulamaya devam etti.

Aradan ne kadar zaman geçti bilinmez; birden karnına bıçak gibi saplanan bir ağrı onu sandalyesinde dört büklüm yaptı. Ağrı geçmiyordu. Geçmek bir kenara dursun git gide daha da artıyordu. Derken bembeyaz oda gözünde giderek siyahlaşmaya başladı.

Kan şekerinin düşmüş olduğunu, açlıktan neredeyse bayılacak halde olduğunu anladı. En son ne zaman bir şeyler yediğini hatırlamıyordu. Acilen bir şeyler atıştırması gerekti. Güç bela kendisini endüstriyel mutfak malzemeleri ile döşenmiş mutfağına attı.

Paslanmaz çelik buzdolabının kapağında kendi yansımasını görüyordu.

İnsan elinin temas ettiği meyve, sebze, et gibi gıdaları asla almazdı. Sadece paketlenmiş ürün tüketiyordu fakat dolabını açtığında dolapta hiçbir şey kalmamış olduğunu gördü. Dışarı çok nadir çıkardı ve bu çıkışında yiyecek bir şeyler almayı unuttuğunu anladı. Tekrar dışarı çıkmak onun için dayanılmaz bir kabus halini alacaktı çünkü yürüyerek gitmesi gerekti.

Aracı yoktu. Toplu taşıma ise asla kullanmazdı.

Dolabın en altında gözüne küçük bir leke ilişti. Yere çömelip oldukça yakından lekeyi incelerken tüm bu aksiliklerin bir araya gelmesinin oluşturduğu sinir dalgasıyla odasından ıslak mendil almak için birden ayağa fırladı ve fırlamasıyla yere düşmesi bir oldu. Bu ani hareket sonucunda gözleri kararmıştı, üstüne kan şekerinin düşüklüğü de eklenince tüm bu ahval onu ancak beş yaşındaki bir çocuk kadar güçlü yapabiliyordu.

Biraz dinlenip usulca doğruldu ve ıslak mendilini alıp dolaptaki lekeyi sildi. Ardından açlığına bir çözüm bulması gerektiğine kanaat getirdi. Aksi halde bayılıp kalacaktı.

Bunun üzerine o güne kadar hiç yapmadığı bir şeyi yapmaya karar verdi; dışarıdan yemek söylemek.

Evi şehrin çıkışında olduğu için oldukça yüksek tutarda sipariş geçmesi gerekiyordu sipariş verebilmesi için. O da öyle yaptı ama gelen siparişlerden sadece ölmeyecek kadarını yiyeceğine adı kadar emindi. Hatta adından daha emindi.

Siparişi verir vermez hemen evin kapısından dışarı çıktı ve bahçenin kapısında kuryeyi beklemeye koyuldu. Kuryenin bahçe kapısından girip evinin kapısına dokunması fikri onu açlıktan bile daha çok korkutuyordu.

Üzerinde sadece bembeyaz pijamaları vardı, gittikçe kararan bu soğuk havada dışarıda beklemekten buz kesmişti ama beklemeye kararlıydı. Yaklaşık bir saatlik bir bekleyiş sonucunda kurye siparişleri getirdi.

Poşetleri parmaklarının ucuyla tutarak teslim aldı ve kuryeye banka kartını uzattı. Asla nakit para kullanmazdı. Paraya dokunma fikri bile onun midesinin bulanmasına yetiyordu.

Kurye oldukça şaşkın gözlerle bu adama bakıyordu. Hatta akşam vaktinde bembeyaz parlayan bu adamdan besbelli korkmuştu. Belli etmemeye çalıştı ve kartı pos cihazına soktu. Ama bir sorun vardı; pos cihazı kartı okumuyordu.

Kart, defalarca silinmekten kazınmıştı ve artık işlevini görmüyordu. Üzerinde nakit de yoktu.

Ne yapacağını bilemedi ve birden ağzından şu sözler çıktı: ”Ben birazdan gelir öderim.”

Kurye fazla diretmedi ve tamam deyip hızla uzaklaştı.

Kurye gözden kaybolduktan sonra bahçe kapısından elindeki poşetlerle beraber dışarı çıktı, kapının önünde duran çöpün yanına oturdu ve poşetleri açtıktan sonra bir eliyle burnunu tutarak yemekleri acele bir şekilde yedi. Daha tam doymamıştı ama kusmamak için kalanını yemeyi bıraktı. Yemekleri çöpe attı ve koşarak evine girdi. Hemen soyundu. Kendisini kirlenmiş hissediyordu. Tekrardan duşa girdi. Neresine dokunsa sızlıyordu. Acıdan ağlaya ağlaya duş aldı.

Tekrardan giyindi ve ceplerini küçük ıslak mendilleri ile tıka basa doldurup kendisini dışarı attı. Artık hava kararmıştı. Şehre doğru yürümeye başladı. Birkaç tane araba durdu kendisini almak için ama reddetti. Tüm soğuğa rağmen hiçbir arabaya binmedi. Binse delireceğinden emindi.

Güç bela sipariş verdiği restoranı buldu, ödemesini yaptı ve kendisini restoranın tuvaletine attı. Kendini tarifi imkansız bir şekilde kirlenmiş hissediyordu. Öyle ki ıslak mendiller kifayetsizdi artık.

Yemeklerini sipariş ettiği restoranın lavabosuna yediği yemekleri kustu ve kendisini hemen dışarı attı.

Yıllardır boş zamanlarında düşündüğü bir şey vardı. Öyle ki bu hastalıklı düşünce onun tek meşguliyeti de denilebilirdi.

Bu düşüncesini beynindeki tek kirli nokta, temizlenmesi gereken büyük bir leke olarak görüyordu ama bu lekeyi temizlemenin bedeli onun için oyunun sonu demekti. O yüzden yıllardır sadece düşünmekle yetiniyordu fakat o gece kendisini öylesine kirli hissediyordu ki aniden içinde beliren bu temizlik yapma dürtüsüne karşı koy(a)madı.

Şehirde biraz dolaşıp henüz kapanmamış bir hırdavatçı buldu, hırdavatçıdan kalınca bir ip seçti ve alıp şehrin dışındaki evine doğru tekrardan yürümeye başladı.

Ayakları artık yürümekten su toplamıştı ve omzuna sardığı ipin temas ettiği her nokta ürperiyordu.

Bu temizlik konusundaki obsesyonu her geçen yıl daha da artmaya başlamıştı. İlk zamanlarda biraz katlanılır bir durum olsa da son yıllarda artık hiçbir şey yapamıyordu temizlik yapmaktan ve temizlik düşünmekten başka. Dışarıya aynı günde iki defa çıkmanın, dışarıdan ilk defa yemek yemenin, bir hırdavatçıdan ip almanın ve o ipe uzun süre dokunmanın ağırlığı onun için dayanılmazdı.

O gün iki defa duş almış olmasına rağmen eve girer girmez soyunup kendisini hemen duşa attı. Artık derisi bu eziyete katlanamıyordu fakat o çektiği tüm acılara rağmen derisini yüzercesine temizledi.

Duştan çıkıp bembeyaz pijama takımlarından yenisini giydi eski kıyafetlerini ve hırdavatçıdan aldığı ipi makineye attı. Ardından elini yıkadı, kuruladı ve son bir defa ıslak mendille sildi.

Bembeyaz florasan ışığı altındaki beyaz fayans döşenmiş odanın köşesinde duran demir sandalyesinin üzerinde oturur cenin pozisyonunu aldı ve çamaşır makinesi bitene kadar tek bir defa bile kıpırdamadı.

Ardından büyük bir dinginlikle doğruldu, çamaşırlarını güzelce astı, ipi baştan sona bir paket ıslak mendil ile sildi ve beynindeki o yıllardır çıkmayan lekeyi temizledi.

Temizlenmekten derisi paramparça olmuş, bembeyaz bu evin içindeki beyaz pijamalı adam büyük bir sükunetle tavanda sallanıyordu.

Artık beyni de dahil olmak üzere o; dünyanın en temiz adamıydı. Dünyanın en temiz evinde, dünyanın en temiz ipiyle dünyanın en temiz tavanında sallanıyordu…

Muhabbet Kuşu Evden Kaçan Adam

5 Şubat 2023

Çalan alarmı tamı tamına beşinci beş dakikalık erteleyişinde artık uyanması gerektiğine kanaat getirdi. Beş dakikadan beş alarm yirmi beş dakika yapardı. Oysa iş yerine yetişebilmesi için en geç üçüncü alarmda uyanması gerekti. Parmaklarını sakallarına götürdü, hafifçe yokladı; sakallarının uzamış olduğunu anladı. Onları kesmeden işe giderse daha az geç kalırdı fakat amiri ile yaşayacağı sıkıntı hangi seçimde daha az olurdu onu bilemedi. Tüm bunların muhasebesini yaparken kendisini lavaboda buldu.Dünden kalan bir baş ağrısı, hafif göz altı morlukları ve ağzındaki metalik tat ile birlikte tıraş köpüğünün samimiyetsiz kokusu tam bir ahenk oluşturmuşlardı. Alelade sakallarını keserken dudağı ile yüz derisinin tam birleştiği yerde inceden bir sızı hissetti, ardından da akışkan ve kırmızı bir sıcaklık… Yer çekiminin etkisiyle aşağı doğru inen kanın bir kısmı ayrık ve kuru dudaklarından içeriye sızdı. Ağzındaki metalik tadın rengi artık kırmızıydı.

Aynada kendisini izlerken sol gözü seğirmeye başladı. ”Benim mi Allahım bu çizgili yüz?” diye haykıran Tarancı misali, kendi suratını ilk defa görüyormuşçasına tiksindi.

Kafasını yukarı kaldırıp gözlerini tavana dikti. Sanki tavanda bir kamera varmışçasına o kameradan kendisini izlemeye başladı. Üzerinde sadece donu vardı. dudağındaki kesiden sızan kan sinsice karnına kadar ilerlemişti. Tüm kaburgaları bir bir sayılıyordu. Güçsüz bacakları adeta bir merdaneyi taşıyan iki cılız oklava gibi incecikti.Düşüncelerden sıyrılıp birden geç kalmış olduğunu hatırladı. Bunun üzerine yarım kalan tıraşını tamamlamadı. Suratının yarısı sakallı, yarısı sakalsız kaldı. Dişlerini fırçalamadı, ağzını bile çalkalamadı. O kırmızı metalik tadı yuttu ve alındıktan sonra hiç terziye götürülmemiş takım elbisesini giyinmeye başladı. Pantolonun paçaları uzundu. İş yerinden bir arkadaşı onunla paçalı güvercin diye alay ediyordu. Ceketinin ise kolları kısaydı. Aynı kumaştan yapılmış ne de olsa diye düşündü. Paçalarından kesip kollarına eklemek fikrinin dahiyane bir fikir olduğunu da düşünürken çantasını kaptığı gibi kendisini sokağa attı.

Durağa varmadan önce her sabah poğaça aldığı fırına girdi. Fırıncı artık ona alışmıştı ama dalgınlıktan olsa gerek uzun uzun bakıştılar ve ikisi de tek kelime etmedi. Fırıncı üç tane patatesli poğaçayı ve vişneli meyve suyunu ilk önce kese kağıdına, ardından yeni dönüştürülmüşçesine iğrenç plastik kokan küçük poşete koyup uzattı. Bunun üzerine sol cebinde sayılı olarak tuttuğu poğaça parasını hemen masanın üzerine bıraktı ve hızlıca yürümeye başladı.

Durağa geldiğinde otobüs bekleyen bir kadından başka kimsenin olmadığını fark etti. Kadın nedendir bilinmez parfüm şişesini üzerine boşaltmışçasına parfüm kokuyordu sabahın bu erken vaktinde. Fakat bunca kötü koku ve tattan sonra yoğun parfüm kokusundan rahatsız olmadı, aksine tüm kokuyu ciğerlerine doldurmak için güçlü bir nefes aldı. Tam nefesini verirken kadınla göz göze geldiler.

Kadın biraz telaşlı biraz korkakça biraz da lağım çukuruna bakıyormuşçasına bakıyordu.

İçinden ”sapık zanneti galiba beni.” diye düşünüp kadından uzaklaştı.

Dünden sarıp hazırlamış olduğu sigaralardan birisini yakıp dumanını iştahla içine çekmeyebaşlarken otobüs geldi. Bunun üzerine sigarasından derin bir nefes aldı ve dışarı vermeden otobüse bindi. Birkaç saniye içinde bekletti ve otobüs hareket edip kapılar kapanınca gizlicedumanı içeriye üfledi. Ürkek bir adamdı ama türlü psikopatlıkları da yok değildi. Bir süreayakta bekledikten sonra duraktaki kadının oturduğu koltuğun karşısındaki koltuğa oturdu.

Kese kağıdından hışırtılar çıkararak patatesli poğaçalarından birisini çıkardı ve büyükçe birısırık aldı. Çiğnemeye başladı. Poğaçada kekremsi bir tad ve plastik bir hissiyat vardı. Uzuncabir müddet çiğnedi ve yutkundu. İlk lokma midesinde keskin ve ince bir yanmaya sebep oldu.

Kusacak gibi oldu. Hemen meyve suyunu açtı ve midesinden tekrar yukarı gelmek üzere olanpoğaçayı vişne suyu ile ikna edip tekrar aşağı indirdi.

Kadının kendisini izlediğini fark edince kese kağıdını uzatıp ”Yer misin?” dedi, kadın cevapvermedi. Kadının bakışlarında yoğun bir küçümseme vardı adamın bakışlarında ise donuk birbelirsizlik. Aralarındaki yoğun market parfümünün kokusu ve etraflarındaki uğultu adeta başdöndürücüydü.

İş yerine geldiğinde biraz zaman kavramı üzerine düşünmeye başladı. Zaman geçse ve evegitsem diye düşünmekten başka bir şey düşündüğü yoktu işteyken. Kendisini bu dünyaya ait hissetmiyordu. İş yerinde, kendisini para karşılığında kiraya vermiş iki eli iki ayağı ve bir beyni olan bir forkliftten farksızdı.

Mesai saati nihayet dolmuştu fakat çalışanların mesai saatinden beş dakika sonra çıkma gibi bir huyları vardı patron yanlış anlamasın diye. Ama o can havliyle kendisini dışarıya attı ve deli danalar gibi koşmaya başladı durağa doğru.

Kafasını otobüs camının CE sertifikasının üzerine dayadı. Her tümsekte kafası camda sekiyordu ama o akşam içeceği biraların sevinciyle kafasını düşünmüyordu. Onun kafası kafatasında değildi ona göre; midesindeydi.

Her zamanki tekelin önüne geldiğinde tekelcinin içeride olmadığını gördü. Tuvalete gitmiştir herhalde diye düşünüp tekelin hemen yanına yeni açılmış pet shoptaki kuşlara göz atmaya başladı.

Derken bir muhabbet kuşuna gözü takıldı. Tüm arkadaşları oynarken o kuş kafasını bir gazete kağıdının altına sokmaya çalışıyordu. Kuşu o kadar dikkatli izlemeye başladı ki akşam içeceği biraların hayali aklından silindi. Omzunda bir el hissetti. Pet shopun sahibi birden laflamaya başladı. Ayaküstü ikna edip kuşu, kuşun yanında kafesini, yemini, suluğunu, şunu bunu derken tüm parasını aldı.

Artık içmeye parası yoktu. Daha doğrusu başka bir şeye de parası yoktu. Tüm parasını harcamıştı. Eve doğru yürüdü ve kuşu kafesine yerleştirip izlemeye başladı.

Ne isim koysam diye düşündü. Boncuk, fındık, fıstık gibi isimler koysa o kuş gözünde daha da kuşlaşacaktı. O kendisine arkadaş arıyordu. Arkadaşının babacan bir ismi olsun isterdi. Öyle bir isim olmalıydı ki muhabbet kuşunu kuşluktan çıkarıp bir meyhane arkadaşı yapmalıydı.

Düşündü, düşündü ve en sonunda kuşun ismini Hüseyin koydu. Kısaltıp Hüso demeye başladı. Yüzü belki de son zamanlarda ilk defa gülmüştü. Küçücük bu kuş onun duvarları sigaradan sapsarı olan evini sanki birden rengarenk yapmıştı, ortalık şenlenmişti, içi ısınmıştı.

”Hüso kardeşim nasılsın?” dedi. Kuş yabancı bu yere henüz alışamamıştı ve tedirgin gözlerle bakmaktan başka hiçbir şey yapmıyordu. Bunun üzerine kafesin kapısını açtı ve ona evin içinde uçması için müsaade etti.

Fakat camın açık olduğunu unutmuştu ve kuş eve gelişinin henüz yirmi beşinci dakikasında camdan dışarı uçtu.

Kuşun gidişinin ardından o sıcaklık gittikçe eski halini alıp bir buza dönüştü, rengarenk duvarlar yine sigara sarısına döndü ve suratı o biçimsiz halini tekrar aldı.

Cama çıkıp ”Hüseyiiiin!” diye var gücüyle bir nara attı. Yoldan geçenler tedirgin gözlerle baktılar. Üstüne geçirdiği rastgele bir ceketi yanlışlıkla tersten giyip kendisini sokağa attı.

Kuşun kaçmış olabileceği bir ağaca tırmanmaya başladı.

Tırmanırken bağırıyordu. ”Yanlış yapıyorsun Hüso, dışarıda ölürsün, buraya gel…” diye.

Yoldan geçen orta yaşlı bir adam seslendi ”Birader ne yapıyorsun?” diye.

”Hüseyin’i arıyorum.” dedi. ”Kuşum.” dedi. La havle diye söylenerek yoluna devam etti orta yaşlı adam.

Ağacın yapraklarını karıştırarak uç dallara doğru tırmanırken ayaklarının altında bir çıtırdı sesi duydu. Bu sesin üzerine dal kırılmadan geriye kaçmak için ani bir hareket yapınca dalın kırılması daha da hızlandı ve ayak bileğinin üzerine yere düştü.

Ayağı çok fena burkulmuştu ve alnı yerdeki soğuk parke taşının üzerindeydi. Havanın iyiden iyiye soğumasıyla yakılan kaloriferler, kömürler, sobalar sokağa karbonmonoksit gazları salıyordu. Havadaki yoğun kömür kokusu ve grilik, parke taşındaki kan ve ayağındaki sızı ile bir kez daha bağırdı ”Hüsooo!” diye.

Henüz evinde yirmi beş dakika zaman geçirmiş bu kuş için bu kadar hırpalamıyordu kendisini. Sanki Hüseyin onun hayatının anlamı ve salt huzuru, salt mutluluğuydu. Hayatının amacı camdan uçup gitmişçesine bir hastalıklı düşünceye kapılmıştı. O kuşu mutlaka bulmalıydı çünkü uzun zamandır onu sevindiren başka hiçbir şey olmamıştı. Başka bir kuş da istemiyordu. Hüseyin’i bulmalıydı.

Yattığı yerden kalktı, alnından sızan kan ve ayağındaki topallıkla yürümeye başladı.

Dudağının üstündeki kesi izi hala yerindeydi ve tüm bu çelimsizlik, vücudundaki yaralar, göz altlarındaki morluklar, yüzündeki derin keder ifadesi, yarısı tıraşlı yüzü ve uzun paçalarının üzerine tersten giymiş olduğu ceketi ile akşam vaktinde sokakta bağıra çağıra yürüyen bu adam şüphesiz herkes tarafından tehdit unsuru olarak görülüyordu ve soru sormaya yeltendiği herkes ondan kaçıyordu.

Oysa bu adam evinden kaçan muhabbet kuşunu arıyordu.

O gece geç vakitlere kadar sokaklarda sesi kısılana kadar bağırdı, çağırdı, koşturdu, üşüdü, köpekler tarafından kovalandı, küçümsendi, ağaçlara tırmandı, kuş gibi öterek koşturdu ama Hüseyin’i bulamadı…

Sabaha karşı kendisini evine zor bela atabildi ve yatağına uzandı.

Sabah alarmını sekizinci defa ertelediğinde uyanabilmişti. Oysa en fazla üç erteleme hakkı

vardı işe geç kalmamak için. Gözü boş kafese takıldı, hırsından Hüseyin’in yeminden cebine

bir avuç doldurdu ve otobüste kahvaltısını kuş yemiyle yaptı. Kuş yemi patatesli poğaça

kadar midesini yakmamıştı.